22 Temmuz 2024

25 yıl sonra yine aynı soru: Nerede bu devlet?

İzmir’de iki kişinin sokak ortasında elektrik kaçağından ölümü ve iki sahte üniversitenin ortaya çıkması bile gösteriyor ki 25 yıl sonra aynı noktadayız

Solda yağmur esnasında elektrik kaçağı nedeniyle iki kişinin hayatını kaybettiği İzmir, sağda sahte diploma ile sahte Yeni Pazar Üniversitesi'nde rektörlük yapan Ali İlseven

Çoğumuz gibi ben de bazen Türkiye’deki yaşamın “gerçek ötesi” tanımının kendisi olduğunu söylüyorum. Son bir hafta içinde bir hukuk devletinde gerçekleşmesinin mümkün olmadığını düşündüğüm iki olay yaşadık.

İzmir’de yağmur esnasında sokakta açıkta olan kablolardan elektrik kaçağı nedeniyle suya basan iki kişi öldü. Ortaya çıktı ki problem beş yıldır biliniyormuş, medyada haberleri yapılmış, sayısız şikâyet kayda geçmiş. Can kayıplarının acısını daha da artıransa, iki gün sonrasında olayın haberlerin dışına düşmesi oldu. Yaşadığımız tüm örneklerde tanık olduğumuz gibi, yine ne kamu otoritesini temsil eden ulusal ya da yerel yönetim kurumları ne de elektrik dağıtım ağının sahibi şirket sorumluluk aldı. Benzerlerini Soma maden göçüğünde, Çorlu tren kazasında görmüştük.

Geçen haftanın ikinci irkiltici haberi sahte üniversitenin, pardon iki sahte üniversitenin varlığının medyaya düşmesiydi. Medyadaki haberlere göre gerçekte olmayan iki sahte üniversite para ve kayıtla öğrenci alıyor, diploma veriyorlarmış. Haberler üzerine YÖK açıklama yapmış, “Yurtdışında üniversite okumak isteyen adaylar, mezun olduktan sonra herhangi bir mağduriyet yaşamamaları ve insanların üniversite hayallerini suistimal eden, onları dolandıran kişi ve kurumların ağına düşmemeleri için Yükseköğretim Kurulu Tanıma ve Denklik Hizmetleri Daire Başkanlığı’nın https://denklik.yok.gov.tr internet sayfasındaki bilgilendirmeler ile tanınan üniversiteleri kontrol etmeleri ve ona göre yurtdışı yükseköğretim kurumlarına kayıt olmaları önem arz etmektedir. Kurulumuz, yurtdışında öğrenim görmek isteyen vatandaşlarımızı bilgilendirmek amacıyla tanınan yükseköğretim kurumları listesini erişime açmış olup e-devlet sorgulamalarında veya doğrudan kurulumuza başvurularda bu konuda bilgi alınabilmektedir” demiş… Yani vatandaş listelerden bu üniversitelerin varlığını kontrol etseymiş, paralarını kaptırmasaymış. Tıpkı tosuncuklara, kara para aklayan fenomenlere, sahte kripto para vurguncuları için vatandaşa “Kanmasaydınız” demek gibi.

O zaman sorulacak soru şu: “Devlet ne için var?”

Devlet, hukuk, siyasi iktidar hayatı biçimlendirir, düzenler ve denetler. Bu nedenle de olanı seyretmeyle yetinmez. Olması gerekeni düzenlemek, denetlemek sade vatandaşların işi değil devlet ve iktidar aygıtlarının, mekanizmalarının işi. Yukarıdaki iki olaya ek yüzlerce başka örnek verebiliriz.

28 Şubat darbesi, Marmara depremi, 2000 ve 2001 ekonomik krizlerinin yarattığı büyük toplumsal travmanın spontane gelişen sloganıydı: “Nerede bu devlet?”

Şu iki olay bile gösteriyor ki 25 yıl sonra tekrar geldiğimiz nokta yine ne yazık ki bu: “Nerede bu devlet?”

Bu 25 yılda dünya da Türkiye de çağ değişimi yaşadı. Teknolojik sıçramanın boyutları ve etkileri, yerkürenin ritim değişikliğinin ürettiği riskler ve fırsatlar, toplumsal değişim 25 yıl önce hayal edemeyeceğimiz seviyelere ulaştı. Türkiye ekonomik, teknolojik ve sosyolojik olarak değişti, kuşaklar da değişti.

Sayıyla değil zihniyetle ilgili

Üstelik seksenli-doksanlı yılların siyasette ve iktidarda “istikrar” kavramının kutsallaştırıldığı arayışların ardından 22 yıl boyunca ülke aynı iktidarca yönetildi. Bir bakıma istikrar arayışlarının bir mantığı vardı o zamanlar. 1980 ile 2002 yılları arası hükümetlerin ortalama ömrü 1 yıl 4 ay olmuştu. Sanıldı ki Meclis çoğunluğuna sahip bir iktidara sahip olunursa öngörülebilirlik ve istikrar sağlanacak. Her istediğini, istediği gibi yapabilen bir iktidarın yönettiği 22 yılın ardından geldiğimiz nokta yine “Devlet nerede” sorusu.

Bu arada anladık ki istikrar sayısal çoğunluğa sahip olmaktan ibaret değilmiş. İstikrarın sayı meselesi değil zihniyet ve siyaset tarzı meselesi olduğunu gördük. Yönetimde istikrar çoğulculukla, özgür bir ortamda müzakere, ikna, uzlaşma süreçleriyle sağlanabilirmiş ancak. Yani demokrasi, insan hakları ve hukukun olduğu bir düzen ve kurumları, kuralları, denge denetleme mekanizmalarıyla “etkin devletin” var olmasıyla mümkünmüş istikrar.

Yetmişli, seksenli yıllarda demokrasi tartışmaları yapılırken, bazılarının şöyle bir argüman kullandığını hatırlıyorum. “Kişi başı milli gelir beş bin dolara gelmeden bu ülkede demokrasi olmaz.” 1975 yılında kişi başı milli gelir 1100 dolar mertebesindeydi. 2000 yılında 4300 dolar, 2010 yılında 10430 dolar seviyesine çıkmış, 2024 yılında 15368 dolar olacağı hesaplanıyor. Ortalamalar böyle olsa da köşe komşum Kerim Rota’nın geçenlerde yazdığı gibi gelir dağılımındaki bozulma öyle bir noktada ki en yukarıdaki yüzde 20 İtalyan gibi, en alttaki yüzde 20 Hint gibi yaşıyor.

Gelinen nokta: Daha derin kriz

Uzun bir süre askeri vesayetin ve 12 Eylül darbecilerinin yaptığı anayasanın demokrasiye engel olduğunu konuştuk. Ak Parti iktidarı döneminde 12 kez anayasa değişikliği yapıldı. Bu değişikliklerin 3’ü halk oylamasıyla, 9’u Meclis’te partilerin mutabakatıyla yapıldı. Toplamda 177 maddelik 12 Eylül anayasasının 134 maddesinde değişiklik yapıldı ve bu değişikliklerin yüzde 75’i Ak Parti tarafından gerçekleştirildi. Yine de 15 Temmuz darbe kalkışmasına engel olunamadığı gibi iktidar sözcüleri hala da devletin içindeki çetelerin varlığından söz ediyor.

25 yıl sonra geldiğimiz yer derin bir ekonomik kriz, daha da derin bir demokrasi krizi.

Türkiye bugün bir devlet ve yönetim krizi yaşıyor. Yasalar çıkarılıyor, kararnameler düzenleniyor, vergiler toplanıyor, kararlar alınıyor ama tüm bunlar devletin doğru çalıştığı anlamına gelmiyor. O nedenle bu krizler yumağını devleti yeniden yapılandırmadan aşabilmek mümkün değil.

En genel tanımıyla devlet, sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve siyasi olarak örgütlenmiş bir topluluğu ifade ediyor. Bir toplumda ortak yararları, ilişkileri düzenleyen, toplumun tümünün itaatini sağlayan bir üstün otorite ve mekanizmalar bütünü.

Teorik tartışmalar akademisyenlerin meselesi olsa da kabaca insanlığın devlete yüklediği anlam ve tanımlarda da tam bir mutabakat yok aslında. Bir yaklaşıma göre devlet, esas itibarıyla bir sınıfın diğer sınıfları egemenliği altında bulundurduğu bir örgütlenmedir yani devlet bir sınıf yapısıdır. Bir başka görüşe göre ise devlet, sınıf kavramının üstünde ve ötesinde, bütün toplumu kapsayan ve birleştiren bir kuruluştur.

Devlet kimilerince en üstün değerdir ve başlı başına bir amaçtır.  Kimilerine göre ise devlet bir amaç değil, araçtır. Devlet denen araçla toplum düzenini güvence altına almak amaçlanmaktadır. Bir başka yaklaşım da devletin olmaması gerektiğini, devletsiz bir toplumun mümkün ve doğru olduğunu savunur.

Devlet hem soyut hem de somut bir varlık. Kurumları, kuralları, bürokratları ile her gün hayatın her alanında yüz yüze geldiğimiz somut bir varlık. Diğer yandan ülkeyi, toplumu bir arada tutan zihinlerimizde var olan soyut bir varlık.

Bugün teorik tartışmalardan öte bir gerçek var karşımızda. Hâlâ bir ortak kaderi paylaşabilmek, toplumsal düzeni sürdürebilmek, karşı karşıya olunan meseleleri, riskleri, fırsatları yönetebilmek için insanlığın geliştirebildiği devlet dışında etkin bir mekanizma yok. Meseleler, krizler her geçen gün daha da fazla küreselleşiyor, karmaşıklaşıyor fakat henüz etkin bir küresel otorite, kurum, kurallar olamadığı için de devletlere ihtiyaç artıyor. O zaman bu krizler yumağından çıkabilmek için devleti yeniden düşünmek, tartışmak, tanımlamak, kurgulamak durumundayız.

Günümüzde devletin temel organ ve fonksiyonları yasama, yürütme ve yargı. Monarşiler, krallar, padişahlar sonrası sanayi toplumunun ulaştığı “ulus devlet” modeli esas itibarıyla bu üç fonksiyon ve yapılanmanın birbirleriyle dengesi ve birbirlerini denetlemesi üzerine kurulu. Bugün gündelik hayatımızda karşılaştığımız en küçükten en büyüğe tüm meselelerimiz gösteriyor ki üç fonksiyonu yerine getirmek için kurulmuş tüm mekanizmalarda büyük sorunlarımız var. Güçler ayrılığını değil fiilen tekliğini yaşıyoruz 2017 anayasa değişikliğinden beridir.

Ortak yaşama iradesi azalıyor

Anayasa'mıza göre “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Bugün yaşanan sorunlara baktığımızda bu tanımdaki her bir kelime ve unsurda sorunlarımız var. Kimi sorunlar yeterli ve etkin kurum, kuralları olmadığı için, kimi sorunlar iktidarın siyasi tercih ve uygulamaları nedeniyle, kimisi de devlet dediğimiz mekanizmanın içine sinmiş zihni ve ruhi doku nedeniyle yaşanıyor.

Sorunların büyük bir kısmı da devletin fonksiyonları, görevleri, sorumluluğu olması gereken alanların tümüyle devlet dışı aktör ve aygıtlara bırakılmasından kaynaklanıyor. Örneğin bugün sosyal devletten bahsedebilmek mümkün değil. Sosyal devlet ihtiyaç sahiplerine ulusal ve yerel iktidarlardan nakit desteğe indirgenmiş, eğitim ve sağlık özel sektöre, iç güvenlik ya da güvensizlik suç örgütlerine, ulusal ve yerel çetelere bırakılmış durumda. Sosyal adaletten, eğitimde, sağlıkta, istihdamda fırsat eşitliğinden söz edebilmek mümkün değil.

Bu sorunlar konusunda toplumun her bir kümesinin endişeleri ortak. Ortak geleceğe inanç zayıflıyor, devlete ve hukuka güven her geçen gün daha da geriliyor, ortak yaşama iradesi eksiliyor. Ama gelecek ve çözümler konusunda toplumun her bir kümesi farklı düşünüyor ya da zaten gelecek ve çözümlere dair bir önerisi de yok. Toplum çoklu krizler yumağı içinde afallamış durumda.

Devlet etrafındaki bu sorunlar yalnızca Türkiye’ye özgü de değil üstelik. Hemen her ülkede tarihsel yaşanmışlıkları, özgün karakteristikleri nedeniyle farklı gibi görünse de temel mesele aynı. Sanayi toplumunun yalnızca ekonomik modeli değil tüm sistemleri krizde. Üstelik devletler ve siyasi iktidarlar bu krizi aşmanın değil yeniden bir ekonomik, siyasal bölüşüm kavgasının peşindeler. Kısa gelecekte yaşanan bu yeniden bölüşüm kavgasının bölgesel savaşları da aşarak daha büyük bir savaşa dönüşmesi çok da düşük bir ihtimal olmaktan giderek çıkıyor.

O nedenle de devletin yeniden yapılandırılması, demokratikleştirilerek etkin devlete dönüştürülmesi için yapılacak siyaset yalnızca Türkiye’ye değil dünyaya da meydan okuma olacaktır. Yine bu nedenle bu iddia yalnızca seçimlerde çok oy almaya, siyasi hamasete, popülizme değil bilime ve toplumun ihtiyaç ve taleplerine yaslanmalıdır.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.

Yazarın Diğer Yazıları

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

Hepimizin meselesi: Kürt meselesinde yeni bir aşama mümkün mü?

Kürt meselesi temelde devletin yeniden yapılandırılması, demokratikleşmesi, yargının baştan aşağı yenilenmesi, çok kültürlü ve kimlikli toplumsal yaşamın kuralları ve yapılarının tanımlanması gibi pek çok başlıkla birlikte tartışılmalı. Bu konular Kürtüyle, Türküyle ve her türlü kültürel, toplumsal, siyasal ve bireysel kimlik farklılıklarıyla hepimizi ilgilendiriyor. Çünkü eski kurallar yalnız Kürtleri değil, çoğunluğa dâhil olmayan her türlü kimliği yok saymaya dayalı

"
"